23 Ekim 2016 Pazar

Sarı Yaprak


Kocaman bir gülümseme belirdi kadının yüzünde. Dilinden dökemedikleri gözlerinden okunuyordu. Unutmamıştı. Belli belirsiz çatıya düşen yağmur damlaları şiddetini artırarak devam ediyordu. Söylenecek sözlerin hepsi söylenmişti. Geriye sadece eylem kalmıştı. Adam vakit kaybetmek istemedi. Özlemişti. Sarılmak için hamle yaptı.

Gecenin sessizliği gök gürültüsünün sesiyle bölündü. Direndi. Tavandaki camdan içeriye gecenin ürkütücü karanlığı şimşek çakmasıyla düşüyordu artık. İkinci ve daha şiddetli bir çarpışmanın sonunda irkildi. Adam gözlerini açtı. Az önce yaşadığı her şeyin bir kez daha rüya olduğunu anladığında hayal kırıklığı peşinden geldi. Bu gerçek sandığı kaçıncı rüyaydı artık saymayı bırakmıştı. Gördüğü rüyaları yazmayı da bırakmıştı. Bilinci ona haince oyun oynuyordu ve bundan sıkılmaya başlamıştı. Saate baktı. Gün doğmasına az kalmıştı. Cam tavanına düşen yağmur izledi yatağından. Kadının ona bıraktığı mirastan sadece biriydi yağmur. Gözleri karanlığa daldığında perdeye yansıtılan bir film gibi tekrar önünden geçmeye başladı sahneler.

Birkaç sene önce…

Rengi sarıya dönüşen yaprakların dallarıyla vedalaşma hazırlığına başladığı sonbahar mevsiminin hüzünlü Eylül sabahıydı. Hain rüzgar doğasının gereği olarak esecek ve çiftleri ayıracaktı. Ağaçlar gidenleri yad eder gibi yapraklarını dökecek çiçekler solacak. Hava ekseriyetle kapalı ve basık olacak genelde yağmur yağacak ve insanlar şikayet edip kaçışacaklar tabii bahar gelene kadar. Mevsim değişimi ilk olarak etkisini narin canlılar olan anneler üzerinde göstermeye başlamıştı bile.

Herkes bilir anneler kutsaldır ve bu kutsallıkları tartışılmaz. Klasik özelliklerini bir tarafa bırakıp yan özelliklerine odaklanalım. Hayır, hayır isabetli terlik atışlarında bahsetmeyeceğim. Yavrusunu uyandıramamış anne sendromu. Merak edenler için kısaca bahsedeyim. Bu sendrom annelerde çocuğun okula başlaması ile baş gösterir. Seneler geçtikçe şiddeti de artar. Evladını uyandıramamış bir annenin ses ve yaptırımları senelerin verdiği yorgunlukla zaman zaman orantısız güç uygulamasına kadar gidebilir. Zaman içinde erkek çocuklarında bu durumu çözmesi için askerlik kurumu devreye girer. Askerlik yapmamıştım ve hala vaktinde uyanamıyordum. İtiraf ediyorum annemin çığlık atışına da hayrandım.Üçüncü ihtardan sonra başarılı olan annenin altın vuruş cümlesi “Gece yatmak bilmez, sabah kalkmak bilmez.”

Ayağa kalkıp yüzüne bakıp gülümsedim. İçimden geçenleri söylerken tereddüt etmediğim tek yer annemin gözleriydi. Hayata gözümü ilk defa açtığımda aşık olduğum kadının gözlerine bakıp onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim gülümseyerek. Az önce cinnetin kıyısından dönen çatık kaşlı yüz ifadesinin yerini masum ve saf bir gülümseme almıştı. Her sabah oynanan oyunun son sahnesiydi aynı zamanda bu.

Kadere inanıyordum. Hayatın ne zaman, nerede ne getireceği hiç belli olmazdı. Bu bazen büyük mutluluk bazense çok büyük acıların başlangıcı olabilirdi. Hava da kader gibi sağ gösterip sol vurdu ı gün. İşe gitmek üzereyken gök delinmişçesine yağmur yağmaya başladı. Günlük güneşlik havalarda bile işlemeyen İstanbul trafiği yağmurla iyice işten çıkılmaz bir hal alması da hayatın alışılmışlarındandı.Otobüsten inip trene yöneldim. Çoktan geç kalmıştım ama geç kalma stresi de adettendir diyerek telefonun saatine bakmak için cebimden çıkarttım.

4 Eylül Perşembe saat 08:35. En sevdiğim ayın dördüncü günü gelmişti. Genelde sonbahar mevsimi hüznün simgesi olarak kabul görür insanların nezdinde. Benim içinse umudun. Düşen her yaprağın geri döneceğini bilirim. Solan her çiçeğin yeniden açacağını ve nefes aldığım sürece yeniden başlayacak gücün hep olacağını. Belki de bu içimde biriken sevgi boşluğunu kapatmak için kendime söylediğim yalandı.

Kafamı kaldırıp etrafı izlemeye başladım. Geç kalmıştım. Islanmış üşümüştüm. Hiç tercih etmediğim bir yolu tercih etmiş ve oturmuş etrafı izliyordum. Neden? Bu kadar silsile halinde gelen anlık değişikliklerin sebebini etrafımda arıyordum.

Uykulu stresli, bana bulaşma ifadeli yüzlere aşinaydım. Aşina olmadığım karşı peronda soldan üçüncü bankta oturan kadın ve yanaklarını iki yana aynı anda ayırdığında dünyadaki bütün savaşları durdurabilecek etkide olan gülümsemesiydi. Kimdi? Adı neydi? Nereye gidecekti?  Aklıma gelen ilk sorular bunlar değildi. Nasıl bu kadar güzel gülümseyebiliyor?

Az önce gelmesi için dua ettiğim trenin şimdi gelmemesi için ve biraz daha bu gülümsemeyi izlemek için dua ediyordum. Sebahattin Ali'nin portre dediği Kürk Mantolu Maria’sı sanki benim karşımda duruyordu. Gök gürledi az önceki nazlı yağmur yerini sağanak yağışa bırakmıştı. Bu yağmurdan keyif alan iki kişi vardı biri ben diğeri de güzel gülen kadın.

                                                                                Sadık Çağatay


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder