Kocaman bir gülümseme belirdi kadının yüzünde. Dilinden
dökemedikleri gözlerinden okunuyordu. Unutmamıştı. Belli belirsiz çatıya düşen
yağmur damlaları şiddetini artırarak devam ediyordu. Söylenecek sözlerin hepsi
söylenmişti. Geriye sadece eylem kalmıştı. Adam vakit kaybetmek istemedi.
Özlemişti. Sarılmak için hamle yaptı.
Gecenin sessizliği gök gürültüsünün sesiyle bölündü.
Direndi. Tavandaki camdan içeriye gecenin ürkütücü karanlığı şimşek çakmasıyla
düşüyordu artık. İkinci ve daha şiddetli bir çarpışmanın sonunda irkildi. Adam gözlerini
açtı. Az önce yaşadığı her şeyin bir kez daha rüya olduğunu anladığında hayal
kırıklığı peşinden geldi. Bu gerçek sandığı kaçıncı rüyaydı artık saymayı
bırakmıştı. Gördüğü rüyaları yazmayı da bırakmıştı. Bilinci ona haince oyun
oynuyordu ve bundan sıkılmaya başlamıştı. Saate baktı. Gün doğmasına az
kalmıştı. Cam tavanına düşen yağmur izledi yatağından. Kadının ona bıraktığı
mirastan sadece biriydi yağmur. Gözleri karanlığa daldığında perdeye yansıtılan
bir film gibi tekrar önünden geçmeye başladı sahneler.
Birkaç sene önce…
Rengi sarıya dönüşen yaprakların dallarıyla vedalaşma
hazırlığına başladığı sonbahar mevsiminin hüzünlü Eylül sabahıydı. Hain rüzgar
doğasının gereği olarak esecek ve çiftleri ayıracaktı. Ağaçlar gidenleri yad
eder gibi yapraklarını dökecek çiçekler solacak. Hava ekseriyetle kapalı ve
basık olacak genelde yağmur yağacak ve insanlar şikayet edip kaçışacaklar tabii
bahar gelene kadar. Mevsim değişimi ilk olarak etkisini narin canlılar olan
anneler üzerinde göstermeye başlamıştı bile.
Herkes bilir anneler kutsaldır ve bu kutsallıkları
tartışılmaz. Klasik özelliklerini bir tarafa bırakıp yan özelliklerine
odaklanalım. Hayır, hayır isabetli terlik atışlarında bahsetmeyeceğim.
Yavrusunu uyandıramamış anne sendromu. Merak edenler için kısaca bahsedeyim. Bu
sendrom annelerde çocuğun okula başlaması ile baş gösterir. Seneler geçtikçe
şiddeti de artar. Evladını uyandıramamış bir annenin ses ve yaptırımları
senelerin verdiği yorgunlukla zaman zaman orantısız güç uygulamasına kadar
gidebilir. Zaman içinde erkek çocuklarında bu durumu çözmesi için askerlik
kurumu devreye girer. Askerlik yapmamıştım ve hala vaktinde uyanamıyordum.
İtiraf ediyorum annemin çığlık atışına da hayrandım.Üçüncü ihtardan sonra başarılı olan annenin altın vuruş
cümlesi “Gece yatmak bilmez, sabah kalkmak bilmez.”
Ayağa kalkıp yüzüne bakıp gülümsedim. İçimden geçenleri
söylerken tereddüt etmediğim tek yer annemin gözleriydi. Hayata gözümü ilk defa
açtığımda aşık olduğum kadının gözlerine bakıp onu ne kadar çok sevdiğimi
söyledim gülümseyerek. Az önce cinnetin kıyısından dönen çatık kaşlı yüz
ifadesinin yerini masum ve saf bir gülümseme almıştı. Her sabah oynanan oyunun
son sahnesiydi aynı zamanda bu.
Kadere inanıyordum. Hayatın ne zaman, nerede ne
getireceği hiç belli olmazdı. Bu bazen büyük mutluluk bazense çok büyük
acıların başlangıcı olabilirdi. Hava da kader gibi sağ gösterip sol vurdu ı
gün. İşe gitmek üzereyken gök delinmişçesine yağmur yağmaya başladı. Günlük
güneşlik havalarda bile işlemeyen İstanbul trafiği yağmurla iyice işten
çıkılmaz bir hal alması da hayatın alışılmışlarındandı.Otobüsten inip trene yöneldim. Çoktan geç kalmıştım ama
geç kalma stresi de adettendir diyerek telefonun saatine bakmak için cebimden
çıkarttım.
4 Eylül Perşembe saat 08:35. En sevdiğim ayın dördüncü
günü gelmişti. Genelde sonbahar mevsimi hüznün simgesi olarak kabul görür
insanların nezdinde. Benim içinse umudun. Düşen her yaprağın geri döneceğini
bilirim. Solan her çiçeğin yeniden açacağını ve nefes aldığım sürece yeniden
başlayacak gücün hep olacağını. Belki de bu içimde biriken sevgi boşluğunu
kapatmak için kendime söylediğim yalandı.
Kafamı kaldırıp etrafı izlemeye başladım. Geç kalmıştım.
Islanmış üşümüştüm. Hiç tercih etmediğim bir yolu tercih etmiş ve oturmuş
etrafı izliyordum. Neden? Bu kadar silsile halinde gelen anlık değişikliklerin
sebebini etrafımda arıyordum.
Uykulu stresli, bana bulaşma ifadeli yüzlere aşinaydım.
Aşina olmadığım karşı peronda soldan üçüncü bankta oturan kadın ve yanaklarını
iki yana aynı anda ayırdığında dünyadaki bütün savaşları durdurabilecek etkide
olan gülümsemesiydi. Kimdi? Adı neydi? Nereye gidecekti? Aklıma gelen ilk sorular bunlar değildi. Nasıl
bu kadar güzel gülümseyebiliyor?
Az önce gelmesi için dua ettiğim trenin şimdi gelmemesi için ve
biraz daha bu gülümsemeyi izlemek için dua ediyordum. Sebahattin Ali'nin portre
dediği Kürk Mantolu Maria’sı sanki benim karşımda duruyordu. Gök gürledi az
önceki nazlı yağmur yerini sağanak yağışa bırakmıştı. Bu yağmurdan keyif alan
iki kişi vardı biri ben diğeri de güzel gülen kadın.
Sadık Çağatay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder